22.04.2010


Bugün düşen; sanırım bu bölümü tümüyle kullanıcam.


Kaç yıl önceydi, seninle ben, hayatta sık sık karşılaşacağımız şu sihirli oyunu şaşkınlıkla ilk keşfettiğimizde? Bir bayram arefesinde, annelerimiz bizi bir elbisecinin çocuk bölümüne götürdüğünde, en sıkıcı din dersinden de daha sıkıcı dükkanın yarı karanlık bir köşesinde karşı karşıya duran iki boy aynasının arasında rastlantıyla girdiğimizde, görüntülerimizin küçülerek, küçülerek birbirlerinin içine girerek nasıl çoğaldıklarını görmüştük.

Bundan iki yıl sonra, Hayvan Dostları Kulübü'ne resimlerini yollayan tanıdıklarla alay ederek ve "Büyük Mucitler" köşesini de sessizlikle okuduğumuz Çocuk Haftası'nın son sayısının kapağında, elimizde tuttuğumuz dergiyi okuyan bir kızın resmedildiğini farkedince, o kızın elinde tuttuğu dergiye dikkatle bakmış ve resimlerin içiçe geçerek çoğaldığını anlamıştık: Bizim tuttuğumuz derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kız da giderek küçülen aynı kırmızı saçlı kızla aynı Çocuk Haftası'ymış.

Tıpkı, daha da boy attığımız ve birbirimizden uzaklaştığımız yıllarda, piyasaya çıkan ve bizim katta yenmediği için yalnızca pazar sabahları sizin kahvaltı masanızda gördüğüm zaytin ezmesi kavanozunda olduğu gibi. Radyoda; "Oo, bakıyorum havyar yiyorsun!" " Hayır, Ender Zeytin Ezmesi!" diye reklamı yapılan kavanozun üzerindeki kağıtta, anneli babalı, erkek ve kız çocuklu kusursuz ve mutlu bir ailenin kahvaltı sofrası resmedilmişti. Benim sana göstermemle, resmedilen o kavaltı masasının üzerinde de aynı kavanozun durduğunu ve ikinci bir kavanoz olduğunu ve zeytin ezmesi kavanozlarının ve mutlu ailelerin göz onları farkedemeyene kadar küçüldüklerini gördüğünde, şu anlatacağım masalın başını biliyorduk ikimiz, ama sonunu değil...

20.04.2010

son anda

Prova süreci boyunca yazmamaya, daha kişisel notlar almaya çalışıyorum. Ama süreç içinde daha öne çıkan satır aralarını paylaşabilirim.
Bugün düşen;

onu, bir "aşk"la ya da "cinsellik" duygusuyla değil, yalnızca yalnızlığın tersi olabilecek düşsel bir yoldaşlık özlemiyle hayal edermiş.

24.02.2010

kırıntılardan

"insanın yalnızca kendisi olabilmesinin bir yolu var mı acaba?"
(Kara Kitap "kendim olmalıyım" bölümünden)
......sorusu, çıkış noktalarımızdan bi tanesi olabilir mi?
kenara yazdıklarımıza bi tane daha.

18.02.2010

Alo! Uyandırma servisi


Günlerin ne getireceği hiç belli olmuyor.Bu aralar malzemeden çok hikayeleri daha fazla toplamaya başladım.Aynı mantıkla devam ediyorum, malzemeyi yarat, hikayeyi üstüne yaz. Tema bi şekilde "aramak" kelimesi üstünden gidiyor ve o kaybolanı ararken kendini bulmak, daha derinlere inmek kendi iç yolculuğunu yapmakla devam ediyor şu anda, genel hatlarıyla.

Bugün Duygu'ya mekandaki telefonla ilgili hayalimi anlatıyordum. Gösteri sırasında hoparlörlü telefonla alo masal'ı arasak nasıl bi şey çıkartabiliriz falan başka neler var aranabilecek, derken "alo uyandırma servisi" pat diye düşüverdi. Ve hep nasıl kullanabilirim diye düşündüğüm kayıp otoban telefon sahnesi ellerimdeydi + telefonla bi sürü şey yapabileceğimizi gördük, oyunun içine ciddi bi şekilde dahil edebiliriz.
Muhtemelen gösterinin başlarında "alo uyandırma servisi" aranacak bunu seyirci de canlı dinleyecek ve görecek, ardından sonlara doğru tempoyu ve duyguları iyice yükselttiğmiz bi yerde tam herşey doyuma ulaşmışken, pat, telefon çalacak ve sessizlik...... uzun uzun çalsın hatta : ) güzel bi şekilde aramak teması üstünden bu uyandırma servisini kullanabiliriz.
Bir rüya bölümü arkasına gelse fena mı olur....
Aklıma neler geliyor neler
Şu uyandırma servisini bir an önce kullanmaya başlayalım, bakalım daha neler yapabiliriz.

17.02.2010

Yığın


Hayat bizi nereye savuruyor. Günler günleri kovalıyor ve biz sürekli durmak bilmeyen bi koşturma içindeyiz. Etrafımdaki herkesle beraber. Nitelikler, farklılıklar, özellikler, konuştuğumuz insanlar hepsi birbirine karışıyor, önemsizleşiyor mu?, yapmak için mi yapmaya başlıyoruz?, ne üretiyoruz? Bazen duruma olması gerektiği için şekil verdiriyoruz....
30 yaş krizi mi? 33-35lerinde olanlar söylesin ki bileyim : )

Hayatta sadece tek bir iş yapmıyorum, ve bundan çok keyf alıyorum. Ama müdahale edemeyeceğim şekilde üstüste bindikleri zaman o herbiri birbirinden değerli "artık yığınlaşmış" işlere dönüşüyorlar, altlarında eziliyorum ve nerdeyse her ayım böyle geçiyor.
Sorgulamadığım ve bilmediğim benden uzakta duygular üstünden hiç çalışmadım bu yüzden de bu bana daha yakın geliyor.
Bu sorunsalı, Charles'ın "davet" de beni sürekli koşarak kullandığı gibi,bi şekilde mekana, yerleştirmek istiyorum. Artık hareket edememe ve yeri geldiğinde tamamen bırakıp boşluklar yaratamama yada kendime-mahremime ait tamamen oraya özel, zaman ayıramadığım tüm o zamanın hislerini, o "arayışı" yaparken göstermek istiyorum. En başlarda eser hakkında yazarken demiştim ya, kaybolanı ararken kendini bulmak üstüne diye, şu anda bunu yapmaya başladım bile : )

Bu anlamda aklımda bu hissiyatımı seyirciye taşıyabileceğim tek bir fikrim var en azından şimdilik(zaten vardı, nedenini netleştirdim) Mekanda karmaşık ve büyük-küçük objeli ciddi yığınlar oluşturmak, bunları çok hızlı yer değiştirmek her seferinde şekiller, yüzler, imajlar çağrıştırmak. Pencereden koltukların inmesi, mekandaki herşeyin belki dönen merdivene yığılması onların arasında kalan dansçılar (koltuk, kablolar, masalar, sandalyeler, tahtalar, yatağımız, minderlerimiz, sıcak hava üfleyici, tüm ıvır zıvırlar.... ) belki yığma matematiğini çözer ve iyi becerebilirsek, her seferinde herşeyin aynı yere denk getirebilirsek yığının içinden bedenlerimizle başka bi yerlere gidebiliriz.
Her halükarda ben arada bir yukardaki camdan koca koltuğu indirdiğimizden sadece biraz daha öteye gitmek istiyorum: ) Umarım ekibi ikna edebilirim : )

14.02.2010

Canlı Kamera


Mehmet Barış'ı Seviyor'da bizi en çok zorlayan şey gizli kamera kullanımıydı. Ancak 4 senenin sonunda doğru düzgün temsil yapabilir hale geldik: )
Sanırım hepimiz için canlı kamera kullanımının en sevdiğimiz yeri, gösterinin sonunda sahneden sokağa koşup, saniyeler içerisinde ya yağmurlu ya karla kaplı kimi zaman bir trafiğin içine kimi zaman boş bir avrupa kasabası sokağına çıkıp, sarılarak yürümemizdi
Hikayemi bir yandan kurgulamaya çalışırken, canlı kamerayı tekrar tekrar düşünüyorum. Mutlaka olmalı. Fakat MBS'deki gibi "big brother" değil, birkaç fonksiyonda kullanmak.
1. si odalarda görünmeyen bölümlerin dışarı yansıtabilmesini sağlamak
-bunu önceden kaydedilmiş görüntülerle harmanlama ve seyircinin gerçeklik algısıyla oynama
2. si tamamen kamerayla çalışılıp üretilecek bölümler yaratmak
3. sü mekanın dışına çıkabilmek
-bu anlamda aklımda iki mekan var.
1. Eyüp abilerin dükkanı (pressci) ordaki doğal yapı hiç bir yerde yok/ dünyadan değilmiş gibi
2. Neverland hostel'in renkli koridorları

böylece "Kara Kitap" -arama- hissiyatına daha fazla yaklaştırabileceğim seyirciyi.

Muhtemelen ÇAK üyeleri bu satırları okurken kaşlarını çatıyorlar, kamera çekti mi çekmedi mi kablo nerden geçiyor, mavi ekran mı çıktı vs vs vs

Ama hikayemi "aramak" teması üzerinden oluşturacaksam eğer bizi mekanın dışına da yolculuğa çıkartabilecek bir kamera bu iki mekanı oldukça fantastik yapacak gibi.
Acaba diyorum "boğazın suları çekildiği zaman" diye bi meşhur bölüm vardır "kara kitap"ta orayı da hamamda mı yapsak, yakın yaw kapının önü : )

7.02.2010

Oda


Oda'yı o kadar çok önemsiyorum ki. Kapısında şöyle yazıyor; "burası gayet güzel" camında da şöyle yazıyor "umutsuzluğa alışma". Dans stüdyosu manzaralı oda... daha ne olsun.
O odada yaşanıyor. Yaşanıyor demek, o oda hergün hikayelerle doluyor demek. Özel hikayeler, hüzünlü hikayeler, mutlu hikayeler, aynı zamanda hepimizin ayrı ayrı hikayeleri o kadar çok ki.
Bu odada öyle çok şey var ki; dünyanın en güzel sohbetleri, anlık performanslar, aşk, röntgencilik; sağlı-sollu, yalnızlık, yeşil renk, kahve, ağır uykular, sevişmeler, anlık uykular, Orin-Chloe-Amala, dedikodu, uysal, hele hele stüdyoya açılan pencere. Bu pencereden atlamalar zıplamalar, intiharlar imajlar geçip gidiyor aklımdan: ) Sanıyorum ki hepimizin o odayla ilgili içimizde özel olarak tuttuğumuz anlarımız var. Bunları toplamak ama en içtekileri toplamak isterim, benimkini de içine katıp o odanın ortak ruhunu oluşturabiliriz belki.
Bu odanın seyirci tarafından pencereden izlenmesi ve içerden canlı kamerayla da duvara yansıtılarak izletilmesi öyle heyecanlı malzemeler verecek ki bize, içten ayrı dışardan ayrı bi güzel olacak gibi.
Camdan atlama denemelerimizi ilk kim denicek?

6.02.2010

Seyirci

Mekanda kafamı en çok kurcalayan şey; Seyirci.
Sebepleri şöyle sıralanabilir. Kapıda nasıl bilet kesicez, orda yoğunluk olmaması için nasıl bir sistem üreticez, adam çiş yapacak ne bok yicez, nasıl oturtucaz, o yapacağımız sistemi prova ve dersler için nasıl pratik bir yöntemle kaldırıcaz falan filan.
Öncelikle gösteriye ilişkin olarak seyirciyle çok samimi bi ilişki olsun istiyorum. Daha önce de Engin-ar'da denediğimiz (eğer süpriz olmaz ise) dansçıların-oyuncuların tamamen ortalıkta olduğu- gelenlerle sohbet ettiği, oyun başlamadan ve sonunda da izleyicilerin tuvaleti rahatca kullanabildikleri, kapı önüne yığmadan tamamen herkesin bi tiyatro salonuna değil de bir eve geldiğini hatırlatabilecek, öyle davranabileceğimiz bi atmosfer. Hem böylece pek çok angaryadan da kurtulmuş olucaz.
Platformun elbette ki localı vesayire olamayacağı belli : ) Ama iyi düşünp iyi tasarlamamız gerekiyor. 50'yi geçmeyen, tıka basa doldurmayacağımız, herkesin çok rahat izleyebileceği bi alan yaratmalıyız.
Bu işte üstünde durduğum kelimelerden bi tanesi daha netleşiyor; samimiyet....
Bu anlamda sahnede ne kadar "dansçı" kimliğimizle dursak da, "dansçılığımızı" değil "insan" tarafımızın ağırlığını göstermeliyiz. O zaman eminim ki klasik sahne, sanatçı-seyirci anlayışından biraz daha sıyrılabilecek ve daha birebir bir ilişki kuabilmiş olacağız.
Seyirciyi oyuna dahil etmek üstüne birkaç fikrim var, bunları da biraz daha şekillendikçe yazmalıyım mutlaka.

3.02.2010

hikaye kırıntıları 1


Hikayesel kurgularımdan bir tanesi;

Blogun ismini de kullanarak bi arayış hikayesi olsun. Bu arayış biraz Kara Kitap koksun Kayıp Otoban'la karışsın. İkisinde de fazlasıyla yer aldığı gibi ararken insanın kendisini bulması- keşfetmesi olsun. İçindekilerle yüzleşmeye, bilmediği- korktuğu yanlarıyla yanyana gelmeye, ararken ve tam bulduğunu düşünürken kazalar olsun- ciddi kazalar olsun- kendini bulsun, kafası karışsın, kafası çok güzel olsun. İçe dönsün, yolculuk hikayeleri gibi takip edelim o çözülümü.
Çokça tartıştığımız "insan" olma tarafıyla uğraşabiliriz- böyle deyince, "naif" kelimesi geliyor aklıma. O arayış şiddet de içerse yine de kendine yarattığı şiddet, naif bir şiddet olsun.
Peki, Duygu muhtemelen sorucak hemen, ya kendini de bulamazsa o zaman ne olucak? : )
Böyle böyle çıkacak iş.....

2.02.2010

Ses


Daha önce kayıt cihazlarından bahsetmiştim. Bu işte olabildiğince küçük şeylerle uğraşmak istiyorum. Mesela ışık için nerdeyse hiç spot kullanmamak daha minik çözümlerle duygusu yüksek atmosferler yaratmak. Oranın ev ve samimi sıcaklığını bozabilecek tüm italyan sahne tasarım alışkanlığını bir kenara koymak. Bu anlamda hoparlörlerden gelecek sesleri, mikrofon konuşmalarını, müzikleri henüz tam nasıl kullanacağımı bilmesemde seyircinin altına yada üstüne yerleştirebileceğim bi ses sistemi hayal ediyorum. Hayalimdeki sistem şöyle bişey aslında.
Bu iş bi turneye çıksa her tiyatronun oturma düzenine göre imkansız bi tasarım ama bizim gibi sadece ve sadece bu mekanda oynanacak bi proje için uygun bi tasarım olduğunu düşünüyorum. Cem yılmazer ve ben gidiyoruz Karaköy- Selanik pasajına en dandiğinin bi tıkı kalitelisinden 25-30 tane minik walkman hoparlorü alıyoruz. eski tiplerden, bunları 5erli ortak bağlıyoruz ve seyirci oturma düzenine gore tepeden basit bi kablolama sistemiyle asıyoruz. Seyircinin tam tepesini minik hoparlörlerle dolduruyoruz. Böylece tüm ana hoparlörlerden gelecek sesi seyirciye çok daha yaklaştırmış mikrofondan fısıldayarak konuşsak kulaklarına fısıldıyormuşuz hissiyatı gibi eğlenceli bölümler yaratabiliriz. Heyecanlandım ben, hemen başlasak mı ne? Kaç para tutar bu mini 25 hoparlör?

Google'da eski tip hoparlör ararken bir de "hanging speakers" diye aratayım dedim biraz sonra da bu resmi buldum. Hayallerime çok uymasada daha iyi anlatabilmek için, buna benzer bişey diyebilirim.

1.02.2010

Buzdolabı


Bu işi çıkartmanın en keyifli yanı normal bi zamanda sahnede kullanamayacağınız birçok şeyi kullanabilme olasılığı. Örneğin; Buzdolabı. Birçok kez sözlü olarak bahsettiğim için en emin olduğum malzemelerden bir tanesi. Buzdolabının ışığıyla bir kadın-erkek düeti hayal ediyorum. Mekan tamamen karanlığa büründüğünde o buzdolabının koltuğa, sandalyeye ve stüdyoya sızan atmosferinin içine yerleştirmek istiyorum bu düeti. Buzdolabının kapağını kapatıp açmak, karanlık- aydınlıkla oynamak, süprizler koymak, buzdolabının içinden çıkabileceklere yoğunlaşmak. Yapabileceğimiz çok şey var. Bide allah için buzdolabımız o kadar iyi ki : ) buzdolabımızı alandan allah razı olsun. Diyorum ki Aslı'yı Engin-ar'da koltuğun içine sokmuştuk bu gösteride de baştan sona buzdolabına mı soksak acaba : )
Bilerek böyle bir fotoğraf kullandım. Biraz nostalji olsun, stüdyomuzd yoğun bir inşaat var, stüdyoda daha nerdeyse hiçbirşey yok ama son model bi buzdolabı var.

kaygan zemin


Mekan paspaslanırken muşamba hafif nemli kalıyor, çıplak ayakla nemli bi dans muşambasında birçok şey yapabiliriz. Bu etken üzerine oluşturacağımız dans cümlesi çok farklı bi dile sahip olacaktır. Çok hızlı dönüşler, kaymalar, ikili bölümler. Dengemizi zorlarken farklı bi hareket kalitesi bulacağımıza eminim.
Hep ıslak zeminde dans etmeyi hayal eden biriydim, ama bunun provasını yapabilmek ne kelime, "Hellooo biz geldik biraz stüdyonuzu ıslatıcaz da" : ) Şimdi mekanda çalışma imkanına sahibiz, bu avantajı kullanıp mutlaka gösterinin bi bölümünde kaygan zemin bölümü yapmalıyız. Provası az bi az tehlikeli olsa da çok keyifli bi bölüm çıkacağını düşünüyorum.
Dansçılar ıslanmaya hazırmısınız?

28.01.2010

Ekip


Bir gösterinin vazgeçilmez kadrosu. Şu anda hala kararını veremediğim aslında bir yandan bu blogun yardımcı olacağını düşündüğüm soru işaretim. Hala hikayesel bir döngüye giremediğimden ve fiziksel özelliklere kafayı taktığımdan ekibi bir türlü belirleyemiyorum. ilk başlarda daha açık bi yapı düşünüyordum. 15 kişinin sadece malzeme üretmek için benim önceden ayarladığım bölümleri çalışarak koreografik malzemelerin çıkmasına yardımcı olmalarını sağlamak ve daha sonra kadroyu daraltmak. Ama süreç dediğin şey öyle bişey ki malzemeyi üreten kişi o malzemesiyle güzel. Ben içinden çıkamam o 15 kişiyi de tutarım diye kendimden çok korkuyorum : )
Şimdi bu açık yapıdan, süreç içinde karar vermeye bıraktım kendimi. Dansçı yada iyi hareket eden herşeyi deneyebileceğim bi erkek arayışındayım bu kesin, aklımda hep 8 kişilik bi görsel var. Işık gösterinin merkezinde, onu da 9 olarak sayıyorum bunu da ayrı ve uzun yazıcam muhtemelen.
Hikayemi su üstüne çıkartmadıkça ekip konusunda da kararsız kalıcam, bunu çözmem gerek.

Kum, pan, ya




Bugüne kadar birçok farklı sistemlerle çalıştım. Eserleri, doğaçlama yoluyla, malzeme üstünden, obje üstünden yada hikaye üstünden yaratanlarla bi şekilde birçok farklı biçimle yolum kesişti diyebilirim. Son bir kaç aydır üstünde çok daha fazla konuşuyoruz biçim ve sahneleme yöntemleriyle. Nasıl bir sahne hayal ediyoruz 2010 senesiyle beraber.
Hep bi şekilde yeni bir eserden sonra daha yeni bi yapı peşine düştük. şimdi düşünüyorum da bizim sanırım dzzzt dzzzt'da tatmin olamadığımız nokta da burasıydı. İki arada bir derede çok da kalın kırmızı çizgileri olmayan karışık bi yapı : )
Bu konuda çok tartışılabilinir belki ama benim gelmek istediğim nokta, sahneyi daha farklı kullanma ihtiyacının (ki kontrol'de bunun örneklerinden, konuşmasak da) giderek daha cazibeli bir hal alması.
Sahnessizlik buna bir etkenmidir? Evet burası kesin ama konu dışı...
En sevdiğim "mekan işi" örneklerini gördüğüm Kum, Pan, Ya beni bu mekan işinde tam da 13 sene sonra tekrar buluyor sanırım. İlk izlediğim site-specific işlerin içimde bıraktığı etkiyi mekanı gösteri alanına çevirmeye hayal ederken çıkış noktalarıma ulaşmaya zorladığımda kum, pan, ya aklıma ilk gelen isim oluyor... Orda gösteriyi izlerken sokaktan gelen doğal seslerin eserle tamamlanan yapısı ve üzerimde bıraktığı etki muhtemelen bu gösteride de bizim mahalle sesleriyle kum, pan, ya'ya selam olacak.

Konudan uzaklaşmadan, mekana girdiğimizden beri sahne işi hayali kuramaz oldum. Mekan kendi kendine insanların gitgide daha fazla zaman geçirmeleriyle ve orda yaşanmaya başlanmasıyla benim için bi açık gösteri alanına dönüştü. Kafamı biraz olsun o atmosferden dışarı çıkartabildiğimde çok gerçek performanslar izleyebilir hale geldim. İkili sohbetlerin akışkanlığı, tartışmalar, iç dökmeler, konserler, doğaçlamalar, eylem hazırlıkları, yukarda yaşayan birileri, komşular, absür insanlar. Bir çalışma alanı kendi kendini sahne haline getirmeye başlamış bi canlı metabolizma olmaya başladı. Benim şimdi o mektabolizmayı ilk defa bu mekanla hiçbir şekilde ilgisi alakası olmayan izleyiciyinin geliceği güne kadar büyütmem, beslemem, hücreler oluştukça da bebek haline getirmem gerekiyor.
Çok eğlenceli bi süreç olacak gibi : )

Çatı ve korku


Ortada hiçbir hikaye yokken sadece malzemeleri düşünüp içimizdeki hissiyatları o malzemelerle hayata geçirmek çok ilginç bi tecrübe. Çatıyı nasıl kullanacağımı hayal ediyorum. Etkilendiğim şey bir kedinin yada bir insanın çatımızda yürürken çıkan sesin istisnasız ilk duyan için yarattığı şaşkınlık. Bzen birileri öyle hızlı yürüyor ki çatımızda her yer inlemeye başlıyor. İzleyicinin hiçbirşeyden haberi yokken 3-4 dansçının çatı üzerinde yapacağı ses koreografisinin mikrofonlar eşliğinde ne kadar da etkili bi sahne olacağını hayal ediyorum. Böyle inceden reverblü olarak. Ama henüz elimde hiçbirşey olmadığı için bu etkili "doğal" malzeme şu anda hiçbirşey ifade etmiyor. Ama kenara yazıyorum, kesin böyle bi sahne olsun istiyorum...
Sanırım burdaki kelimem; Korku ve endişe........